Ocak 1953’te Hasan Bedrettin Ülgen’in Hürriyet gazetesi için Neyzen Tevfik ile yaptığı röportaj…
Beşiktaş iskelesinin yanında bir binadaki odasında Neyzen Tevfik ömrünü doldurmaktadır. Arkadaşımızın bir sualine: “Her gelen bir vaadde bulunuyor. Ama bu vaadler, vaadden bir karış ileri gidemiyor…” diye dert yanıyor.
Röportajı yapan: H. Bedrettin Ülgen…
Bir gaz ocağı üzerinde kaynayan içi dolu bir süt tenceresini karıştırıyordu. Yorgun gözleriyle bizi süzdü ve:
– Kimsiniz, ne istiyorsunuz? Diye sordu.
Kendimi ve arkadaşımı tanıttım. Evvela bir şeyler söylemek ve bizi kabul etmemek ister gibi bir hal almağa hazırlandı tehlikeyi sezerek hemen atıldım:
– Beni hatırlarınız, dedim. Hani bir gün vali beyin yanında…
Sözümü kesti ve:
– Bırak o valiyi, vali laflarını dedi ve ilave etti:
– Oturun şuraya!
Hemen emre itaat ettik. İmtihana giren iki çocuk gibi karşısında sual bekliyorduk. Adımı, ne iş yaptığımı sordu ve iyice tesbit ettiğine kanaat getirdikten sonra da konuşmaya başladı.
– Gördüğünüz gibi hastayım hem de çok yorgunum. Eskisi gibi dışarı çıkamıyorum. Bende artık hiçbir şey kalmadı. Sükut ettim.
Yorgun yorgun öksürdü:
– İlaç verdiler, sesini açacak dediler. Dediler ama, henüz hiçbir emare yok.
Etrafı süzüyordum. Tam derbeder bir bekar odası. Kenarda bir karyola, karyolanın yanındaki duvar üzerinde irili ufaklı birkaç ney, bir telleri noksan keman, öte yanda bir bağlama sazı var. Köşedeki minder üzerinde beyaz tüylü bir köpek yavrusu bezlerin arasına sarılmış yatıyor. Arada bir başını çıkararak bize bakıyor. Odada gaz ocağının çıkardığı bir is kokusu ve onun verdiği sıcaklık var. Neyzenin kıyafeti de bir acayip! Ayağındaki yün çorapların biri siyah, diğeri de beyaz.
– Ne söylüyordum evlat?
– İlacın tesirinden bahsediyordunuz dedim.
– Ha, evet! Bir ilaç verdiler. Fakat işe yaramadı. Bana zaten bundan sonra ne verecekler? Bende de ne bulabilecekler ki ne versinler. Beni radyoya bile kabul etmediler.
– Radyoya müracaat ettiniz mi?
– Ettim ya! Bu yaştan sonra dilenecek değilim ya. Ney üflemek istedim. Radyo aklıma geldi. Halk da zannederim ney dinlemek istiyor. Bir zamanlar bana seyyar çalgıcı vesikası da aldırmışlardı. Şu, radyo müdürü, babasının eski dostu olduğum Mesud’a müracaat ettim. Bana peki dedi. Vali geldiği zaman da söyledim. O da makineyi buraya göndereceklerini, sesimi neyimi tele alacaklarını söyledi. Söyledi, ama, nerede? Bekle dur. Beylerin keyfi gelecek de bana cevap lütfedecekler. Yazık, 70 seneden beri bir kamışa vakfı hayat ediyorum. Bugün de reddediliyorum.
Durdu, bir küfür savurdu ve devam etti;
– Bak sana bununla alakalı bir şey okuyayım.
Gezindim sazı hicranımla bin bir perde üstünde
Şu ahengi hayatın darbını taksime yeltendim.
Karar ettim ademi abadı gamda, faslı hiçide
Şunu derkeyledim ancak ki, barım, kendime kendim.
– İşte böyle evlat. Ömrümün 69-70 senesi bin bir hadisat ile geçti. Yer yer dolaştım, hürriyeti aradım. Hala ararım. İstibdat devrinde görmediğimi Meşrutiyette gördüm. Bu kadar yıllık mazide sana anlatacak, gelecek nesle verecek hiçbir şey bulamadım. Hala da bulamıyorum. Ben şair falan değilim. Her devrin adamlarıyla tanıştım. Musiki sahasında çok kıymetli elemanlarla teşriki mesai ettim. Şimdi onların gözümde hayallerinden başka eser yok. Bazı münasebetsizler uydurdukları kötü şiirleri bana atfederek beni lekelemeğe, bir çok kimselerle aramı bozmağa çalışırlar. Mesela; ben “İstanbul’a her gelenin kimi dağdan, yok kimi kırdan, yok kimi köyden gelir” demişmişim. Haşa, sümme haşa” hepsi yalan, iftira. Ben böyle söyler miyim? Elimi sürmediğim yazıları bana isnat ediyorlar, ahbaplıklarımı bozuyorlar.
Yorulmuştu. Biraz dinlenmek üzere gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. Bir müddet öylece kaldı. Sonra sükutu yine ben bozdum. Kendisine:
– Öyle görülüyor ki sizde birçok hatıralar da var. Bunlardan…
– Sen sus. Anladım. Ben sana Mısır’da iken gördüğüm bir manzarayı anlatayım ve o münasebetle yazdığım bir şiir okuyayım. Bugünün hadiselerine de uyar. Hani şu şimdi sizin gazetede olduğum Mısır’dan kovulan Kral Faruk var ya, onun babası bir gün parlamentoyu açmak üzere büyük saltanatla yolda gidiyordu. O esnada etrafta bir İngiliz de dolaşıyordu. Onu görünce Kralın bu hayali saltanatına, debdebesine bakarak güldüm, güldüm ve sonra şu kıt’ayı söyledim:
İngiliz palyaçosu, şu Kralın halini gör!
Yurdun sinesine tohumu esaret ekiyor,
Yuları düşman elinde beşer çifte atan
Bir Mısır eşeğini, bak, sekiz at zor çekiyor..
İşte senin istediğin gibi zemine zamana uygun bir hatıra… Şimdi ne böyle hatıraları anlatacak neşem, ne de böyle hatıraları yaşayacak halim var. Gördüğün bu yerde durup duruyorum. Arada sırada beni ziyarete geliyorlar. Benden şiirler istiyorlar, alıp gidiyorlar. Sonra bir daha görünmüyorlar. Bastıracağız, neşredeceğiz ve sonra seni de göreceğiz!. diyorlar.
Güldü. Gözlerini açtı ve:
— Fakat görünmez oluyorlar. Varsın görünmesinler. Kader bu, çekilir. Sizler de olmazsanız, galiba beni arayacak kimse bulunmayacak. Duvardaki neylerini işaret etti:
— Yalnız bunlar var ya. bunlar yeter!..
Ocak 1953