Kasaba halkına iftardan bir saat önce oruç bozdurduğu ortaya çıkınca Nejat Uygur bir hafta boyunca dayak yemiş.
Şarlo’nun Türkiye temsilcisi Nejat Uygur sahnede olduğu gibi sahne gerisinde de esprili, neşeli, duygusal ve de sahnede olmadığı gibi sinirli, otoriter, ciddi bir sanatçıdır.
Nejat Uygur, yeteneğinin yanı sıra Tanrı’dan gelen sempatikliği ve sahne sıcaklığı ile her gece yüzlerce seyircisini kahkahadan kırar geçirir.
Geleneksel Türk Tiyatrosu biçimindeki oyununu sürdürürken yer yer Brecht’i aratmayacak dahiyane epik numaraları da döktürür.
Gel gör ki bu inanılmaz sıcak sahne adamı Şarlo’yu andırsa da oyunlarında Şarlo’nun o yıllarda verdiği mesajlara bile yanaşmaz.
Ah Nejat Uygur ah! Geçmişin tiyatro biçimiyle bugünün gerçeğini sunsaydın senin elini kimse bükemezdi. Ben senin kadar halkın -seyircinin demiyorum- halkın kendinden saydığı, bağrına bastığı bir tiyatrocu görmedim. (Bir de kadınlardan Perran…)
Onbeş yıl kadar önce… Aksaray’daki tiyatrosunda oyundan sonra konuşuyoruz. Gece iki falan. Yaptığı resimlerle, büstlerle dolu minicik odasında bir şişe viskiyi iyi edip konuşurken birden “geldiler” Nejat abime! Yaktırttı salonun ışıklarını, sahneye boşalttığımız şişeyi koyup ve de “Geberiiik” diye bağırdığında hemen koşup gelen çok sıska, çok yaşlı bir adamın getirdiği tüfekle salonun en arkasından nişan alıp ve de o kafayla ve de tek atışta ve de BAAM! “Şangır-plof” Vurdu şişeyi!
Neden mi? Her şeyin nedeni sorulmaz sanatçıya. Hele, komik anılarında bile hüzün varsa Nejat Uygur gibi.
Nejat Uygur anlatıyor:
İskenderun’da çadırda oynuyoruz. Sefalet yılları. Dört tane çocuğum var. Hepsi küçük. Bir oyuncu arkadaşın da iki çocuğu var. Oyun müzikli olduğu için kadroya aldığımız esmer vatandaş bir kemancı var. Onun da üç çocuğu var. Yani, kulis çocuk bahçesi gibi. O ağlıyor, o koşuyor, o zıplıyor. Bu arada Necla da (eşi) devamlı yemek yapıyor.
O gün, hiç unutmuyorum, Necla gazocağının üstüne tencereyi oturtmuş mercimek yapıyordu. Sıram geldi ben sahneye girdim. Bir müddet oynadım. Tam ben çıkarken kemancının neşe içinde keman çalarak sahneye girmesi gerekiyor.
Bir baktım, herifte anası ölmüş gibi bir surat. Dokunsan ağlayacak. Kemanı iş olsun diye iki gıygıylatıp ağır ağır sahneye giriyor. Tam yanımdan geçerken seyirciye belli etmeden göz kaş işaretiyle sordum. Kızgınca bağırarak beni yanıtladı. “Sorma abey mafolduk. İçerde çocuklar mercimeği devirdi!”
Bir anı da çocukluktan:
“Tire’deyiz ailecek. 9-10 yaşlarındayım. Ramazan geldi, ben ramazan topunu çok merak ettiğim için topun olduğu tepeye çıktım. Topu ateşleyen adamı izliyorum.
İftar saati gelince adam ucunda paçavra sarılı olan sopayı gaza batırdı. Çakmağıyla bezi tutuşturdu. Sonra alev alev yanan bezin sopasını topun iç kısmına uzattı. Falan filan, top patladı.
Yani ramazan topunun nasıl patladığını öğrendim. Çocukluk işte. Yahut fırlamalık. Ertesi gün iftara bir saat kala tepeye tırmandım. Daha topçu gelmemiş. Dünden ne öğrendiysem aynısını tatbik edip güüüm! Topu patlattık!
Efendim Allah kabul etsin millet başlamış mı oruç bozmaya. Derken birisi akıl etmiş “Bu top niye erken patladı” diye araştırmaya.
Sonuç: Gelen dövdü giden dövdü. Tam bir hafta kasabada dayak yedim.”
Ocak 1990