Cem Karaca: Hasret günlerim / Yazı Dizisi 1. Bölüm

Cem Karaca’nın yurda dönüşünün ardından 1987 Eylül ayında Güneş gazetesi için kaleme aldığı 7 bölümden oluşan yazı dizisinin birinci bölümü: Gidişim bir düşünce suçlusunun kaçışıydı…

Söz dönüp dolaşıp yine onun fazla içtiğine dayanmıştı. Doğruydu. Fazla içiyordu. Kahrederek içiyordu. Üzüntüden içiyordu, ne ki kahırlar ve üzüntülerin gerekçeleri ortadan kalkmıyor, ancak içkiyle üretilen yalancı duvarların ardına daha kolay kaçabiliyordu.

Dibinde iki parmak kalmış viski şişesi ve yarıya kadar dolu bardağına baktı. Bardağa ufak bir dairecik çizdirdi eliyle, dikti sonra, fon dip. İçti bitirdi. Boş bardağı önündeki mermer sehpaya koyarken “Şu dakikada, bu 25 yıllık dostumla vedalaşıyordum” dedi.

“Bravo”, “Harika”, “Tebrik”ler gibi sözcükler duyuldu. Bir çift iri siyah göz… “İnşallah” ile “Acaba”nın gelgitinde korkunç güzel ve fakat mahzun bakıyorlardı.
Günlerden 24 nisan, yıllardan 1984’tü ölümlülerin takviminde. Benim takvimimde ise bir çağ kapanıyor yenisi başlıyordu. Cem Karaca’nın saati 00.00’dı.

11 Ocak 1980’de Lufthansa’nın saat 09.00 uçağıyla İstanbul’dan Münih’e uçarken, arkamda garip güçlerin egemenliğinde bir bilinmeze doğru çekilen bir Türkiye bırakıyorum. İstanbul, Orhan Veli’nin şiirindeki gibi, “Dinmiş lodosların” değil, henüz daha patlamamış bombaların uğultusu içindeydi. Son yaptığım 45’lik plak “1 Mayıs” ve “Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini” parçaları, sivil ve sıkıyönetim mahkemeleri arasında yetkisizlik nedeniyle gidip geliyor, savcılar da 40’ar, 50’er sene istiyorlardı. Ancak ben, cebimde TC pasaportum ve normal işlemlerle biniyordum, binebiliyordum uçağıma.
Bu bir kaçış mıydı? Bu sorunun cevabını bugün vermem gerekirse, “Evet” diyebilirim. Evet, bu meydanlarda 141 ve 142. Maddeleri kaldıracağız diyerek beni de inandıran bir umutun edvrinde açılan 1 Mayıs plağı davasının, o dönem yeniden Başbakan olan Süleyman Demirel devrinde, nasıl yorumlanacağını bilemeyen bir düşünce suçlusunun kaçışıydı.

Evet! Bu şarkılarımda, bırakın eleştirdiğim sağ siyaset sempatizanlarını, sırf onlarla aynı fraksiyondan olmadığım için beni, revizyonist, oportünist ilan eden sol fanatiklerden de kaçışımdı.

Bu, o dönemde alacağım en sağlıklı karardı. Daha 77’de Urfa’da tekbir getirerek beni ve ekibimi katletmeyi amaçlıyorlar, durumu anlatıp yardım istediğim devletin o ildeki yöneticisi “Niçin geldiniz ki aziz kardeşim?” demekte hiçbir sakınca görmüyordu. Be nve grubum demokrasi ve özgürlük adına düzenlenen gecelerde, taşa, sopaya, bombaya inat şarkılar söylüyoruz ve omuzlarımıza basa basa bir “umut“ 70 yıllık bir mirası da almış yanına, iktidara yürüyordu. Ve iki yıldan kısa bir sürede o 70 yıllık mirası, o dağlara taşlara yazılan “umut”, üstelik iktidarda (!) olmasına rağmen, “olanak-bulanak”, “Seçenek”, “Saçanak” saçıp savuruyordu. Bunun sorumlusu o muydu? Bunu bilemem ama, 1 mayıs şarkısını söyleyen ben değildim herhalde.

Uçak havalanana kadar bir huzursuzluk kemirdi durdu içimi. Bugüne dek birçok sefer Almanya’ya uçmuş, her seferinde de hani o yolculuğun daha fazla sevinç taşıyan bir heyecanı vardır ya, onu hissetmiştim. Bu sefer başkaydı. Sanki başıma gelecekleri bilmiyor muşum gibi, hem “gidiyorum, kurtuluyorum” diyordum. Hem de “acaba ne zaman döneceğim” sorusu kalıyordu kafamın içinde.

Oğlumu bir gece evvel az da olsa görebilmiştim. Babamla ki bir daha hiç göremeyecektim, vedalaşmıştım. Her zamanki gibi sırtımı sıvazlamış ve hayırlı dualar etmişti. 80 yaşındaydı e Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girdiğini anımsardı. Ömrünün son yıllarında iki dost gibi olmuştum. Ve hiç de sığ olmayan sohbetler açardık. Onun anıları Türkiye’nin gepegenç tarihini kucaklar, ben de örnekleme yöntemiyle baktığımda bazı şeylerin nasıl değişmemekte inat ettiğini görürdüm. O benim canlı ansiklopedim, canlı sözlüğümdü. Bir yerde rastladığım bir Osmanlıca sözü ona sorardım, o da büyük bir keyifle bana açıklardı. Babamın ölüm haberi geldiğinde inanamadım. Birkaç gün sonra okuduğum bir kitapta rastladığım bir eski Türkçe sözü babama telefonda sormayı düşündüm, oysa yoktu artık.

Türkiye’den ayrılmadan önce, yine oturmuş, konuşuyorduk. Söz 1 Mayıs plağı ve davasına geldi. “Git oğlum” dedi. “Git ve ben ölsem bile gelme. Seni tutuklarlarsa gelmen hiçbir işe yaramaz. Bir gün her şey düzelir ve tümü geçer bunların. O zaman gelirsin!”

Uçak havalanmıştı. Pencerelerden, bir sulu kar altında ürpererek uzaklaşıyordu İstanbul. “Sigara içmeyiniz” ışıkları sönünce, düğmeye uzandım, hostesi çağırdım. Viski dedim “on the rocks” buzlu yani.

Amerikan Konsolosluğu’na başvurmuştum 79’da. Münih’teydim. Temmuz sonu, Ağustos başıydı. Cebimde Türk pasaportu, içimde bu ülkeye karşı bir yaman merak. Eee, kenarından köşesinden Robert College’liliğimiz var. Bir formüler doldurmuştum. Cuma günü gelin dediler. Gitti. Vize görevlisi beni görüne “Girin içeriye Mr. Karaca. Buyurun oturun” dedi ve sordu: “Viskiyi skoç ve buzlu içerdiniz değil mi?” sonra elindeki kalın bir dosyadan, saymıştı Türkiye’deki tüm anti-Amerikan faaliyetlerimi teker teker. Ve ilave etmişti. “Size (indefinetely multiple) sonsuz geçerli bir vize veriyoruz, umarız ülkemize yapacağınız yolculuk fikirlerinizi yeniden gözden geçirmenize yol açar” viskimi bir yudumda içmiştim. “Thank you bay görevli”

İstanbul’dan kalkan Lufthansa, Alman Hava Yolları’nın falan filan sayılı uçağı ile Münih’e doğru uçuyordum. Ve o anda 1967 Altın Mikrofon yarışmasından bu yana tırmandırdığım ismimin bir dönem sonra anılıp, yazılmasının bile yasak olacağı günler, hatta yılların olduğunu bilemezdim ki, önümde. Evet havada bir darbe kokusu vardı. Vardı ama, 12 Mart’ta da gelmiş ve tekrar gitmişti. 11 Mart gecesi Trabzon’da konserdeydim. Cem Karaca ve Kardaşlar, şehre iner inmez, belli bir gerginliği saptamış ve repertuarı daha bir eğlendirici seviyede düzenlemiş, aman ortam gergin, bir de biz politika etmeyelim diyerek, matineyi atlatmış, suarede bir tribünde aile, diğer tribünde yarısı parkalı, yarısı gocuklu bir topluluğa “Emmioğlu” türküsünü birlikte söyleterek işi idare etmeye çalışıyorduk. Başarmıştık da sanki. O gergin ortam, türkülerin sıcaklığında ısınıvermişti. Ancak daha önceden yerleştirilen üç bomba, kapalı spor salonunun tavanını aralıklarla uçuruyor ve olayın sorumluları bugün bile bulunamıyordu.

Anlaşılacak şey değildi bu, bana göre. Ama bugün bile anlayamadığım o kadar şey yaşandı ki.

Söz gelimi 11 Eylül 1980 gece yarısı Alman Radyosu haberlerinde, Türkiye’de askeri darbe yapıldığı haberi veriliyordu. Ve sonra anılardan, oralarda okuduğum kadarıyla devrin Başbakanının bile o saatte bu darbeden kesin haberi olmadığını öğreniyordum.

Anlamak gerçekten zordu. Bütün bunları anlayamıyordum. Anladığım tek şey, Amerikan vize görevlisiyle Alman radyolarının benim ve ülkem hakkında benden ve Başbakandan daha bilgili olmalarıydı.

15 yıl önce 15 yıl sonra

15 yıl, insan yaşamında oldukça önemli bir süre. Bir insanın ortalama 60-70 yıl yaşadığını kabul edersek, hemen hemen dörtte biri kadar. Bu kadar uzun bir süre içinde, insanların yaşamında önemli değişiklikler olması son derece doğal. Hele o kişi, milyonlarca kişi tarafından sevilen, yapıtlarıyla olay yaratan bir kişiyse.

Cem Karaca, yedi yıl öncesine kadar, her plağıyla olay yaratan, müziğiyle kitleleri peşinden koşturan, onlara yön veren bir sanatçıydı. Sonra 7 yıl Almanya’da yaşadı. Bazı yönleri aynı kaldı. Bazı yönleri ise değişti. Cem Karaca’ya tam 15 yıl önce sorulan soruları hiç değiştirmeden yeniden sorarak, verdiği yanıtları kelimesine dokunmadan verelim istedik.

İşte 15 yıl öncesinin Cem Karaca’sıyla, ülkesine yıllar sonra dönmenin heyecanını yaşayan Cem Karaca’nın verdiği yanıtlar…

(Siyah harflerle dizili yanıtlar, Cem Karaca’nın sorulara verdiği yeni yanıtlardır…
Hangi Takımı tutuyorsunuz?

“Fenerbahçe”

“Fenerbahçe”

Sizce mutluluk nedir?

“Bazen bir kadeh içki, bazen bir dostunuzla sohbet, bazen sevdiği kadının yanında olmak mutluluk veriyor insana. Aslında ben de bilmiyorum galiba. Mutluluk diye bir şey yok. Mutlu birkaç dakika var sadece.”

“Mutluluk tanımı zor yapılan bir şey. Bu konuda ir sürü edebi laflar etmek olası. İnsan birdenbire böyle, güneşin batışı karşısında, sevgilinin elini tutabilir ve mutlu olduğunu hisseder. Kilometrelerce uzayıp giden bir asfaltın kenarında, binlerce araba geçen bir asfaltın kıyısında fışkırıvermiş bir çiçek görür, onun ayırdına varır. Mutluluk budur.”

İlk kez nerede sahneye çıktınız. Hangi şarkıyı söylediniz?

“Bakırköy’de sahneye çıktım. It’s Now or Never’I söyledim.”

“Hangi şarkıyı mı söyledim? It’s Now or Never… Elvis Presley’in bir İtalyan şarkısından İngilizce’ye uyarlanan şarkısıydı. Bakırköy’de bir kulüp vardı sahilde. Zamanı tam hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam 1961 olması lazım.

Eylül 1987 – Güneş gazetesi…